Havza Haber Ajansı’nın aktardığına göre, Ayetullah el-Uzma Mekarim Şirazi, “Uhud Gazvesi” meselesine dair yaptığı konuşmada şöyle buyurdu:
Kısa Cevap:
Bedir Savaşı’nda Kureyş’in yenilmesinden bir süre sonra, Ebu Süfyan 500 donanımlı askerle Mekke’den yola çıktı. Bu durum Peygamber Efendimiz’e (s.a.a) bildirildi ve O da bir savaş meclisi kurdu. Müslümanlar savaşa katıldılar ve savaşın başında müşriklere karşı üstünlük sağladılar. Ancak bazı yeni Müslümanların disiplinsizliği ve emirlere uymamaları nedeniyle savaşın seyri değişti; birçok Müslüman şehit oldu veya yaralandı ve İslam ordusunun düzeni bozuldu. Buna rağmen Peygamber Efendimiz (s.a.a) yeniden ordusunu topladı ve Kureyş ordusunu takip etti. Bu siyasi manevra Müslümanların moral ve heybetini korudu, müşriklerin ise zayıflamasına neden oldu.
Ayrıntılı Cevap:
İslamî rivayetler ve tarih kaynaklarına göre Kureyş kabilesi, Bedir Savaşı’nda uğradığı yenilgi ve 70 ölü ile 70 esir vererek Mekke’ye dönünce, Ebu Süfyan halka şöyle bir uyarıda bulundu: “Kadınlarınızı Bedir’de ölenler için ağlatmayın! Çünkü gözyaşı hüznü hafifletir ve Muhammed’e olan kini kalplerden siler.”
Ebu Süfyan ayrıca, Bedir savaşında ölenlerin intikamını almadan eşiyle yatmayacağına dair yemin etti. Bu şekilde, Kureyş kabilesi tüm imkânlarını kullanarak halkı Müslümanlarla savaşmaya teşvik etti ve “İntikam! İntikam!” çığlıkları tüm Mekke’yi sardı.
Hicretin üçüncü yılı geldiğinde Kureyş, Peygamberimiz’le (s.a.a) savaşmak niyetiyle üç bin süvari ve iki bin piyadeden oluşan, tam donanımlı bir orduyla Mekke’den yola çıktı. Askerlerinin moralini güçlendirmek ve öfkelerini artırmak için beraberlerinde putlarını ve kadınlarını da getirdiler.
O dönemde Peygamber Efendimiz’in (s.a.a) amcası Abbas henüz Müslüman olmamıştı ve hâlâ Kureyş’in dini üzereydi. Ancak yeğenine büyük bir sevgi beslediği için, güçlü Kureyş ordusunun Peygamber’e (s.a.a) karşı savaş için yola çıkmaya hazırlandığını görünce, bir mektup yazdı ve bunu “Benî Gıfar” kabilesinden bir adam aracılığıyla Medine’ye gönderdi.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) bu gelişmeden haberdar olunca, bazı Müslümanlara derhal Mekke yolunu tutmalarını ve Kureyş ordusunun durumu hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmelerini emretti. Bu, savaş yönetimi ve liderliğinde atılan ilk adımdı.
Çok geçmeden, bilgi toplamak için gönderilen iki görevli geri döndü ve Kureyş ordusunun durumunu Peygamber’e (s.a.a) bildirdiler. Ordunun güçlü olduğunu ve Ebu Süfyan’ın komutasında olduğunu söylediler.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) tüm sahabeleri ve Medine halkını danışma için topladı ve şehir savunması konusunu açıkça onlarla paylaştı. Ardından, savaşın şehir içinde mi yoksa dışarıda mı yapılacağı konusunda istişare yaptı. Bazı Müslümanlar, “Medine dışına çıkmayalım, dar sokaklarda düşmanla savaşalım. Bu şekilde zayıf erkekler ve kadınlar da cephe gerisinden orduya destek verebilir” dediler.
Abdullah bin Übey bu sözlerin ardından şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Şimdiye kadar hiç görülmemiştir ki biz kalelerimizin içinde, evlerimizde olalım da düşman bize galip gelsin.” O günlerde Medine’nin özel durumu nedeniyle bu görüş Peygamber Efendimizin (s.a.a) dikkatini çekti. Kendisi de başlangıçta Kureyş’le şehrin içinde savaşmayı istiyordu. Ancak gençler ve savaşçıların bir kısmı bu görüşe karşı çıktı.
Sa’d bin Muâz ve Evs kabilesinden bazıları ayağa kalkarak şöyle dediler:
“Ey Allah’ın Resûlü! Geçmişte biz putperest olduğumuz hâlde bile hiçbir Arap bize göz dikemezdi. Şimdi sen bizim aramızdayken nasıl olur da bize karşı zafer umarlar? Elbette şehirden çıkıp düşmanla savaşalım. Kimimiz şehit olursa şehadet şerefine erer, kimimiz sağ kalırsa Allah yolunda cihad etmiş olur.”
Bu tür coşkulu ve cesur sözler, şehir dışına çıkma görüşünü savunanların sayısını artırdı. Böylece Abdullah’ın önerisi azınlıkta kaldı. Peygamber Efendimiz (s.a.a) her ne kadar Medine dışına çıkmayı arzu etmese de, istişare ilkesine saygı gereği, çoğunluğun görüşünü tercih etti (bu da savaş yönetiminde ikinci adım oldu).
Daha sonra ashabından biriyle birlikte Medine’den çıkarak ordugahı hazırlamak üzere uygun bir yer seçti. Uhud Dağı’nın eteklerinde, askerî açıdan avantajlı bir konumda bulunan bölgeyi karargâh için belirledi ve gerekli tüm hazırlıkları yaptı (üçüncü adım da bu oldu).
Cuma günüydü. Peygamber Efendimiz (s.a.a), Cuma hutbesini okumak üzere ayağa kalktı. Allah-u Teâlâ’ya hamd ve sena ettikten sonra, Müslümanlara Kureyş ordusunun yaklaştığını haber verdi ve şöyle buyurdu:
“Eğer siz canla başla savaşa hazır olursanız ve bu ruhla düşmanla savaşmaya çıkarsanız, Allah mutlaka size zafer nasip edecektir!”
Kısacası, öyle bir moral ve motivasyon verdi ki, o gün içinde bin kişi muhacir ve ensardan oluşan bir birlik, ordugaha doğru yola çıktı.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) ordunun komutanlığını bizzat kendisi üstlendi. Medine’den çıkmadan önce üç bayrak hazırlanmasını emretti: biri muhacirlere, ikisi ensara verildi.
Peygamber Efendimiz (s.a.a), Medine ile Uhud arasındaki mesafeyi yaya olarak kat etti. Yol boyunca ordunun saflarını denetledi, askerlerin düzenini bizzat kendisi kurdu ve onları düzgün şekilde yerleştirdi. (Bu dördüncü adımdı.)
Ünlü siyer âlimi Burhaneddin Halebî, eserinde şöyle yazar:
Peygamber Efendimiz (s.a.a) henüz Uhud’a ulaşmamıştı ki, orduyu teftiş ederken içlerinde tanımadığı bir grup gördü. “Bunlar kim?” diye sordu.
Dediler ki: “Bunlar Yahudilerdir. Abdullah bin Übey ile müttefik oldukları için Müslümanlara yardım etmeye geldiler.”
Resûlullah (s.a.a) sordu: “Müslüman oldular mı?”
“Hayır” dediler.
Bunun üzerine kısa bir duraksamadan sonra şöyle buyurdu:
“Biz, müşriklere karşı kâfirlerden yardım almayız, ancak Müslüman olurlarsa başka!”
Yahudiler bu teklifi kabul etmediler ve topluca Medine’ye döndüler. Böylece, Peygamber Efendimizin (s.a.a) bin kişilik ordusundan 300 kişi eksilmiş oldu.
Ancak bu durum, safların arınmasına vesile oldu. (Bu da beşinci adımdı.)
Her hâlükârda, Peygamber Efendimiz (s.a.a), gerekli arındırmayı yaptıktan sonra, geriye kalan 700 kişilik ordusuyla Uhud Dağı’nın eteklerine ulaştı. Sabah namazını kıldırdıktan sonra Müslüman saflarını düzenledi. Ardından Abdullah bin Cübeyr’i elli okçuyla birlikte, dağdaki bir geçidin ağzına yerleştirdi ve onlara kesin bir şekilde şu talimatı verdi:
“Her ne olursa olsun yerinizden ayrılmayın ve ordunun arkasını koruyun. Biz düşmanı ta Mekke’ye kadar kovalasak da, ya da onlar bizi mağlup edip Medine’ye kadar sürseler bile, siz kesinlikle mevzinizden ayrılmayın!”
Öte yandan Ebu Süfyan, Halid bin Velid’i 200 seçkin askerle birlikte bu geçidi gözetlemekle görevlendirdi ve onlara şöyle dedi:
“Pusuda bekleyin. Ne zaman Müslüman askerler bu boğazdan çekilirse, derhal onların arkasına geçip saldırıya geçin!”
İki ordu karşı karşıya dizildi. Ebu Süfyan, askerlerini savaşmaya teşvik etmek için putları ve güzel kadınları kullanırken; Peygamber Efendimiz (s.a.a), Allah’ın adı ve rahmetiyle Müslümanları savunmaya teşvik ediyordu.
Müslümanların tekbir sesleri Uhud’un tüm ova ve eteklerini doldurmuştu. Karşı tarafta ise Kureyş kadınları ve kızları, savaşçıların duygularını coşturmak için şarkılar söylüyor, onları kışkırtıyorlardı.
Savaşın başında, İslam ordusu güçlü bir saldırıyla Kureyş ordusunu bozdu ve onları geri çekilmeye zorladı. Ancak Halid bin Velid, Kureyş’in mağlubiyetinin kesin olduğunu görünce, dağ geçidinden dolaşıp Müslümanlara arkadan saldırmayı planladı. Fakat geçidi tutan okçular, onu geri çekilmeye mecbur etti.
Buraya kadar her şey yolunda gidiyordu. Ne var ki, ciddi bir disiplinsizlik ortaya çıktı ve tüm planları altüst etti.
Kureyş’in geri çekilmesi, bazı yeni Müslümanları “düşman tamamen bozguna uğradı” zannına sürükledi. Bu yüzden, ganimet toplamak amacıyla mevzilerini terk ettiler. Hatta dağ geçidini tutmakla görevli okçular bile, savaş alanına inip ganimet toplamak için yerlerini bıraktılar.
Abdullah bin Cübeyr, ne kadar bağırıp Peygamber’in (s.a.a) emrini hatırlattıysa da, onu dinleyen sadece yaklaşık on kişi oldu; diğerleri mevziyi terk etti.
Bu disiplinsizlik ve emre itaatsizlik sonucunda, Halid bin Velid pusuda bekleyen 200 askeriyle birlikte geçidin boş kaldığını görünce ani bir saldırı yaptı. Abdullah bin Cübeyr ve yanındaki az sayıda asker şehit edildi. Ardından Halid bin Velid İslam ordusuna arkadan saldırdı, Kureyş ordusu da geri dönüp yeniden hücuma geçti.
Müslümanlar bir anda her yandan düşman kılıçlarıyla kuşatıldılar, düzenleri bozuldu. Bu karmaşada İslam’ın yiğit komutanı, şehitlerin efendisi Hz. Hamza, diğer bazı cesur sahabelerle birlikte şehit oldu.
Sadece bir avuç sadık sahabi, pervane gibi Peygamber Efendimizin (s.a.a) etrafını sardı; geri kalanların çoğu ise kaçmaya başladı.
Bu tehlikeli savaşta, herkesin itiraf ettiği üzere, Peygamber Efendimiz’i (s.a.a) korumak için en fazla fedakârlık yapan kişi, Ali bin Ebi Talib (a.s.) idi.
İmam Ali (a.s.), büyük bir kahramanlıkla savaşırken kılıcı kırıldı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.a), kendi kılıcı olan ve meşhur Zülfikar’ı ona verdi. Sonunda, Peygamber (s.a.a) bir kayanın arkasında siper aldı ve İmam Ali (a.s.) ona kalkan oldu, durmaksızın savunmasını sürdürdü.
Bazı tarihçilerin nakline göre, başına, yüzüne ve bedenine 60’tan fazla yara almasına rağmen, Ali (a.s.) savunmaya devam etti.
Tam bu esnada, vahiy meleği Cebrâil geldi ve şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! İşte gerçek fedakârlık budur!”
Peygamber Efendimiz (s.a.a) buyurdu:
“O bendendir ve ben de ondanım.”
Cebrâil de ekledi:
“Ben de sizdenim!”
Bu sırada gökle yer arasında yankılanan şu söz işitildi:
“Lâ seyfe illâ Zülfikâr, ve lâ fetâ illâ Ali!”
(“Zülfikar’dan başka kılıç, Ali’den başka yiğit yoktur.”)
Bazı siyer yazarlarına göre, Kureyş’in savaşçılarından biri, Müslüman askerlerden Mus’ab bin Umeyr’i Peygamber (s.a.a) zannederek öldürdü. Ardından yüksek sesle bağırarak:
“Lat ve Uzza adına and olsun ki Muhammed öldürüldü!” dedi.
Bu tehlikeli söylenti, iki açıdan Müslümanların lehine sonuçlandı:
-Kureyş ordusu, Peygamber’in öldüğünü sanınca, Uhud’dan ayrılıp Mekke’ye dönmeye hazırlandı. Halbuki, eğer Peygamber’in sağ olduğundan emin olsalardı —ki İslam’a en büyük kin ve düşmanlıkla gelmişlerdi— onu öldürmeden Uhud’dan ayrılmazlardı.
-Binlerce kişilik Kureyş ordusu, savaş meydanında bir gece bile kalmadan, zafer sonrası hiçbir araştırma yapmaksızın Mekke’ye doğru yola çıktı!
Öte yandan, Peygamber Efendimizin (s.a.a) şehit olduğu haberi yayılınca, kendisinin emriyle bazı Müslümanlar onu — ağır şekilde yaralı olmasına rağmen — bir tepenin üzerine çıkardılar. Amaç, Müslümanlara Peygamber’in hayatta olduğunu göstermekti. Bu durum, kaçan Müslümanların tekrar dönmesine ve Peygamberin etrafında toplanmasına sebep oldu.
(Bu da Peygamberin stratejik adımlarından biriydi.)
Her ne kadar bu şekilde yenilgi kontrol altına alınmış olsa da, Müslümanlar büyük maddi ve manevi kayıplar verdiler.
Yetmiş Müslüman savaşta şehit düştü ve çok sayıda kişi de yaralandı.
Ancak bu yenilgiden büyük bir ders alındı ve bu ders, onların sonraki savaşlarda zafer kazanmalarının temelini oluşturdu. Sonuçlar açısından bakıldığında bu deneyim, benzeri olmayan olumlu etkiler doğurdu.
Evet, şüphesiz Uhud Savaşı’nda yaşananlar, dünyadaki herhangi bir orduyu çökertmeye yetecek büyüklükteydi.
Ama tartışılması gereken nokta, Müslümanların bozgun sonrası yeniden toplanabilmeleri ve kaçıştan sonra liderlerinin etrafında hızla birleşebilmeleridir.
Bu olayda Peygamberin cesareti ve liderliği çok etkili oldu; O, Müslümanları kuşatan dar çemberden kurtaran asıl güç oldu.
Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da, Peygamber Efendimiz’in (s.a.a) savaşın gidişatı düşmanın lehine döndüğü anda bile, eşsiz bir komutan olduğunu göstermesidir:
• Hem askerî planlama ve düzenleme açısından,
• Hem de en büyük tehlike anlarında bile sarsılmaz bir iradeyle, duygularına hâkim olması açısından.
O, kendi canını kurtarmaya çalışmadan, bir dağ gibi savaş alanında dimdik durdu ve yüksek sesle şöyle haykırdı:
“Ben Allah’ın Resulüyüm, bana doğru gelin!”
Müslümanlar onun sesini duyar duymaz etrafında toplandılar.
Ayrıca, Hamrâü’l-Esed Seferi ve Mekke ordusunu takip etmesi de, Peygamberin dolaylı saldırı yollarında da ne kadar basiretli ve stratejik bir lider olduğunu ortaya koydu.
Uhud’da Kureyş’in elde ettiği ani zafer, Medine’deki İslam hareketi üzerinde olumsuz bir etki oluşturmuştu.
Bu durum, düşmanlar (Yahudiler ve münafıklar) arasında İslam’ın itibarını sarsmıştı ve onlar bu zayıflığı kullanarak saldırmayı planlıyorlardı.
İşte bu yüzden Peygamber Efendimiz (s.a.a), hareketin temellerini sağlamlaştırmak adına ani, sert ve cesur girişimlerde bulundu.
Aynı zamanda, Mekke ordusu “Ravha”da toplanmışken, İslam ordusunun lideri Peygamber (s.a.a) tarafından Mekke ordusunu takip etmek için hareket ettiği haberi onlara ulaştı. Peygamberin ordusunun büyük bir cesaretle “Hamra-u’l Esed” yakınlarında kamp kurduğunu duyduklarında, Mekkelilerin moralleri bozuldu ve onlara karşı koyma güçlerinin kalmadığına inandılar.
Bu sırada, özellikle Ebû Süfyân büyük bir korku içindeydi. Bunun üzerine Peygamber’e tehdit dolu bir mektup gönderdi, ancak Peygamber (s.a.a) bu tehdit mektubuna hiç aldırmadı ve tüm vakar ve azametiyle liderliğine devam etti. Üç gün boyunca “Hamra-u’l Esed”de kalarak, gece boyunca büyük ateşler yakarak, Mekkelilerin İslam ordusunun bekleyişini ve uygun bir zamanda saldırmaya hazır olduklarını anlamalarını sağladı.
Bu askeri manevra ile İslam ordusunun kararlılığı açıkça belli olunca, Peygamber (s.a.a) ve yiğit askerleri gururla Medine’ye geri döndüler ve bu cesur askeri manevra, hem askeri hem de siyasi zaferlerini pekiştirdi.
Bazı tarihçiler, ordularını yenildikten sonra yeniden kontrol altına alıp, onları disipline edebilen liderlerin tarih boyunca parmak sayısını geçmediğini söylerler. Bu nedenle tüm dünyadaki en büyük askeri komutanlar, İslam Peygamberi’nin (s.a.a) bu başarısına hayran kalmışlardır. Özellikle “Hamra-u’l Esed” gazvesiyle gerçekleştirdiği bu eşi benzeri görülmemiş askeri manevra, İslam hareketinin kaybedilen gücünü geri kazanmasına ve Arap Yarımadası toplumunda gücünü ve ihtişamını korumasına sebep olmuştur.
yorumunuz